29 Mart 2022 Salı

Post-mortal ağıt


İntihar etmiş birine sebep sormak…
var olmaya sebep bulabilmiş gibi.
 
Sonra güçsüzlükle suçlamak,
yok olabilme gücünü gösterdiği için.
 
Ağıtlarla yasını tutmak üstelik,
gerçek bir yas sona ermiş iken.
 
Bunun içindir ve buna dairdir işte
bütün bir endişe, seyahat kargaşası.
Orasıdır çünkü gelinen yer doğumdan önce,
Ve gidilen, ölüm sonrası.


29 Mart, 22.

12 Nisan 2020 Pazar

Body Shaming’e Soldan Bakmaya Çalışmak…


Görünüşün değerlendirilmesi, göründüğü kişi merkezinde sübjektif ise, görüntünün estetiğine dair genel-geçer yorum yapılamaz, yapılırsa mantıken hükümsüz olur. Bu mantıksal tutarlılık bizim farkında dahi olmadığımız bazı günlük ritüellerde dil göstergesel olarak karşımıza çıkıyor. Öyle ki, ‘’güzel’’in methiyesi için şiirler, şarkılar, filmler yetmez iken, ‘’çirkin’’ olanın çirkinliğinin dile getirilmesi; bir kere ulu-orta yapılmaması gereken bir ‘’kabalık’’, illa yapılacaksa da, muhakkak bir takım nedenler gösterilerek mahcup bir şekilde sergilenen bir davranış resmediyor. İkisi de aynı nesne üzerinde, estetiğin bir konusu iken, bir kadının güzelliğine yapılacak iltifat için hissedilen çekingenlik ile çirkinliğine getirilecek yergi arasında hiçbir zaman bir denklik kurulamıyor. Beğenilmeyen bir film, bir tablo, bir temsil, için muhakkak neden beğenilmediğine dair sebepler sıralama zorunluluğu duyulurken, aynı nedensellik güzel olan eserler için bu telaş ile aranmıyor. İşte tam da burada, estetik ile etik arasına inşa edilmiş, pek de sağlam olmayan bir köprüden geçiyoruz, çoğu zaman farkında dahi olmadan.

Farkında olmadan diyoruz ki; ‘’doğal, olağan olan güzelliktir ve çirkinlik eşitsizlik yaratır, öyleyse çirkinliğin dile getirilmesi kötü olanın da dile getirilmesidir ve erdemli olmak kötüden bahsederken özeni gerektirir’’.  Görülüyor ki çirkin olduğu düşünülen ‘’şey’’in de eşitsizlikle -dolaylı da olsa- bir ilişkisi vardır.

Felsefenin bazı alanlarına yeterince yüzeysel göndermeler yaptıktan sonra asıl konumuza dönebiliriz. Body Shaming denen hadise, basitçe görünüş üzerinden alay etme, aşağılama anlamlarına geliyor. Yani kişinin çirkin bulduğu nesneyi -ki kavram nezdinde bu bir insandır- etik kaygılar güderek bir mahcubiyetle ve gerekçe göstererek yapmak şöyle dursun, aksine ahlaksızca, daha da aşağı çekmeyi amaç edinerek zarar verme girişimidir.

Başka bir deyişle, icra edenler tarafından estetik olarak dezavantajlı olduğu düşünülen ve bir eşitsizlik yaratan kişilerin, bu eşitsizliği ortadan kaldırma veya göz ardı etme erdemini göstermek yerine ''kötüymüş gibi'' vurgulayarak, ön plana çıkararak bir ‘’had bildirme’’, bir alt-sınıf oluşu vurgulama girişimidir. Kıskacında hep dezavantajlı grupların olmasından dolayı, pratikte ofansif mizah ile akrabalık gösterir. Nasıl ki erdemli kişi, konuşma dilinde artık otomatik (kendiliğinden) hale gelmiş olarak bundan kaçınır; etik değerlere soldan bakan birinin dahi acı bir şekilde tuzağa düştüğü olur.

''Sol'' eleştiri

Toplumda doğal olmayan halde bulunan, süni olarak yaratılmış hiyerarşilerin ortadan kaldırılmasının savunulması. Dünyada solculuğun bir tek fonksiyonu var ise o da ‘’doğum sonrası başlayan eşitsizliklerin, insanlar üzerinde tahakküm, ayrıcalık ve sonuçta sınıflaşma yaratmasına engel olması’’ denilerek özetlenebilir. Tam da bu yüzdendir ki bazı ırkların üstünlüğü savunmaya solda müsamaha edilmez.Çünkü ırkçılık, bazılarının sırf doğum ile avantajlı-dezavantajlı konuma geldiğinin savunusudur. 


Görülüyor ki, body shaming, toplumda eşitlik yerine hiyerarşiyi savunan fikirlerle, bilhassa ırkçılık ile, zihniyet ve motivasyon itibariyle bir bağ içindedir, vaadettiği potansiyel tehlike bakımından bunlardan pek arta kalır yanı yoktur. Soldan yapılacak hiç bir etik değerlendirmede temize çekilemez. Son tahlilde, solun değerler dünyasında, ırkçılığa göserilen 
reaksiyon, aynı şiddette olmasa da, aynı tutarlılıkla, body shaming'e de gösterilmelidir.

23 Ekim 2019 Çarşamba

Cimri (Molière) Üzerine...



Komedya türündeki oyun, bir Fransız burjuvasının paraya aşırı düşkünlüğünü mizahla anlatan bir Molière klasiğidir. Eserin yazılışı, ortaçağın son dönemlerine, yani tacir kökenli burjuva sınıfının toplumsal dönüşümüne ve muteber aristokrasinin alt edilerek yükselişine denk geliyor.


Molière’in, değişen toplumsal hiyerarşiden belli tipler seçip yarattığı karakterler, aslında aristokrat soylu sınıfın erdemlerine bir özlem ihtiva etmektedir. Zira, hızla yükselmiş yeni egemen sınıf burjuvazi, aristokrasi kadar iyi eğitim görmemiş, ahlaksal vasıfları ve yaşam tarzı dolayısıyla saygınlığını henüz kabul ettirememiştir. Bu yeni sınıfın, sermayeye dört kolla sarılışının nedeni, hızla ulaştığı üstün toplumsal konumunu muhafaza etmektir.


İşte oyuna adını da vermiş bulunan başkarakter Harpagon, aristokrasiyle özdeşleşmiş erdemlerden biri olan cömertliğe, eli açıklığa tam zıt olarak yazılmış, aşırı cimri, huysuz bir ihtiyardır. Bütün gayesi, bir şekilde biriktirdiği parayı gülünç tasarruflarla korumak ve faizle büyütmektir. Cimriliği onu öyle bir noktaya getirmiştir ki, sermayesini biriktirmek, daha da çok biriktirmek için çocuklarının saadetini dahi umursamaz olur, kendini onların da önüne koyar. Keza, oğlu Cléante de, aristokrat varislerinde görmeye alışık olduğumuz yiğitlik ve gözü peklik erdemlerinden pek nasibini almamış bir karakterdir.


Bu küçük sınıfsal tahlili yaptıktan sonra nihayet seyircisi olduğum oyunun sahne performansına değinebilirim. CKM’de bir akşamüstü izlediğim oyun, Semaver Kumpanya tarafından temsil edildi. Tek tek oyunculukları anlatırken bir kişiyi ayırmak istiyorum; Masum ve Leyla ile Mecnun dizilerinden tanıdığım ve çok beğendiğim Serkan Keskin, Harpagon rolünün hakkını sonuna kadar vermiş. O uzun ve etkili tiratları, kocaman jestleri, bitmek bilmeyen enerjisiyle oyunu resmen aldı götürdü. Enerji demişken 3 saati bulan 2 perdelik bir oyundan bahsediyorum, hiç de kolay olmasa gerek! Buna rağmen bazı bazı yükselip de bağırdığı sahnelerin ‘’olmasa da olur’’ cinsten bulduğumu söylemeliyim.

  

Frosine rolündeki Sezin Bozacı’ya da hakkını teslim etmek gerekiyor. Canlandırdığı karakter çok orijinal yazılmış ve olay örgüsüne dahil olur olmaz oyun gerçek anlamda merak uyandırmaya başladı. Zira o role girene kadar seyirci karakterlere tam olarak ısınamamıştı ve bariz bir tempo düşüklüğü vardı. Özellikle Serkan Keskin ile diyalogta olduğu sahne ile zirve yaptı. İlk samimi kahkahalar da böylece salondan yükselmiş oldu.


Cléante (Rojhat Özsoy) ve Elise (Cansu Saka) rollerinin ise karakterlerin pasif olmaları nedeniyle hayli geride kaldığını söyleyebilirim. İlk diyaloglar bu iki karakterdeydi ve replikler ilgi uyandırıcı olmadığı gibi, oyuncuların da ürkek kaldığına, seslerini doğru kullanamayıp arka taraflara yetiştiremediklerine şahit olduk. Harpagon sahneye çıkıp uykumuzu dağıtana kadar dakikalar adeta geçmek bilmemişti. Geri kalan oyunculuklardan ise hem hizmetçi hem şoför Jacques Usta (Ahmet Kaynak) dışında aklımda kalan bir performans olmadı. Zaten evin diğer iki hizmetçi kızının rolleri belki üç cümleyi söyleyip çekilmekten ibaretti.


Her sonuçta oyun; belki bir 15 dakika daha kısa olsaydı, ''gürültülü oyunculuklarla'' reaksiyon almak yerine minimal oyunculuklar tercih edilseydi, klasik döneme has, güncellikten uzak mizah, biraz daha günümüze uyarlanabilseydi, ben de birinci perde kapanırken oyundan çıkıp çıkmama tereddütü yaşamazdım diyorum ve noktalıyorum. Yine de siz çok sık tiyatro izleyen biri değilseniz ya da uzun süreden sonra ilk defa gidecekseniz eğlenebileceğinizi düşünüyorum. Sonuç olarak ikinci perdeden itibaren yükselen tempodan ötürü puanım: 6.5/10